GAYRİRESMİ BOĞAZİÇİ

MÜCADELE, ELEŞTİRİ, BELLEK, TARİH

2016’dan bugüne, Boğaziçi Özelinde Rektörlük Tartışmasında Bazı Boşluklar

Hepimize bin bir çeşit dert açtığını düşündüğümüz bir dizi olayın “2020 laneti” olmadığını, 2021’in ilk gününde Melih Bulu’nun Boğaziçi’ne rektör atanması ile görmüş olduk. O günden beri Boğaziçi’nin kendisi ve rektör atama düzenlemesi çoğu kez aynı başlıkta, bazen de aynı konuşmada ayrı ayrı değerlendiriliyor. Bu süre zarfında tartışmalarda dillendirilen bazı “en çok bilinenler”in arasını bir miktar doldurarak çerçeveyi çizmeye katkı sunmaya çalışacağız.

İlk boşluk : İçerisi-Dışarısı

Bulu’nun ataması kamuoyunda en çok “dışarıdan” ve “geleneğe aykırı” olarak nitelendirilip bu argüman bağlamında sık sık bir okul kültüründen söz ediliyor. Bu bağlamdan anlaşılan gerçekten de “içeriye” ve “dışarıya” göre çok farklılaşıyor. Boğaziçi’nin bütün paydaşlarının -yani içerisinin- bildiği üzere üniversite içindeki sosyal ilişkilenme ağı her koşulda demokratik işlemeye yönelen bir kurguya ve reflekse sahip. Birbirleriyle olabildiğince yatay bir şekilde ilişki kurmaya uğraşan paydaşlar, buna ters bir müdahale geldiğinde ise direnç göstermekten kendini alıkoymuyor. Buna verilebilecek ve şu günlerde verilmesi gereken en iyi örnek, 2016 öncesi geçerli olan rektör atama düzenlemesine karşı üniversitenin gösterdiği duruştur. İçeridekilerin bildiği üzere akademik kadronun oylama ile bir seçim sıralaması belirlediği aday listesinde, birinci olamayanlar atayıcı makama görevi kabul etmeyeceğini iletir, mevcut koşullar içerisinde, zarar görmeye açık olan demokratik irade, müşterek bir inisiyatif ile korunurdu. Tabii bu demokratik kültüre farklı farklı örnekler de verilebilir, verilmelidir. 15 Temmuz gecesi, Gülay Barbarosoğlu yönetiminin kendi inisiyatifi ile üniversiteye yönelik olası bir askeri hareketlenmeye karşı okul kapısına ve helikopter pistine taşıt yerleştirtmesi, hocaların oda kapılarının üzerinde akademik de olsa üstünlük belirten unvanlarını yazmamaları vb… “Dışarısının” sıkça dillendirdiği, atanan rektörün üniversitede kadrolu hoca olmaması ve yüzeysel bir seçim gerçekleştirilmemiş olması gibi örnekler, bugün yaşananlara dair “içerisinin” hayal kırıklığını ve öfkesinin temellerini tam olarak yansıtmıyor. Dolayısıyla itirazda bulunan ve protesto eden içerideki öznenin anlatmaya uğraştığı kelam ile ekranlar önünde artık hemen herkesin durumu bir şekilde yorumlayan dışarının sözleri uyuşmuyor. Ayrıca, işin fenası Melih Bulu, bu başlıklardan içerinin ne anladığını, protesto ederken ne söylemek istediğini biliyor ancak dışarıya “ben de burada vakit geçirdim, kültürü biliyorum, orta kantini özledim” diyor. Hemen her fırsatta yaptığı gibi, yöneltilen sorunun, eleştirinin içini boşaltıp yarattığı boşluklara ve koltuğuna daha fazla yerleşmeye çalışıyor. Sıra arkadaşlarının onun hayat felsefeni tek cümle ile özetledikleri gibi  “bir varmış bir yokmuş, ne varsa kârmış…”

İlk itiraz

Bir diğer boşluk, Bulu ve Özkan’ın atamalarını karşılaştırırken gözden kaybolmuş anılarda yatıyor. Bu karşılaştırmanın sonucu “o zaman bu kadar itiraz olmamıştı” iddiasına varıyor. Bu kısacık iddia yanlış değil ama eksik. Barbarosoğlu’nun 12 Temmuz 2016’da %86 oy alarak kazandığı seçimin ardından beklenilen atama uzun bir süre boyunca gerçekleşmemişti -tabii, neticede hiç gerçekleşmedi. İlk zamanlarında bürokrasinin darbe girişimi sonrası tıkanmasına yorulan atamanın gecikmesi, zaman ilerledikçe yerini beklenilen atamanın yapılmamasına yönelik bir şüphe ve endişeye bıraktı. Gün geçtikçe şüphe bir doğruya dönüşürken, endişe artıyordu. Ve de henüz ilgili KHK yayımlanmamış iken yaşanan gergin bekleyişte, kampüs içerisinde “Seçilmiş rektörümüz atansın” afişleri boy göstermeye başlamıştı. Yani “içerisi” yukarının attığı bir adıma karşı tepkisel bir itirazdan ziyade, en demokratik sesi en uygun zamanda çıkarmıştı. Tartışmalar ve özellikle öğrenciler arası yükselen hareketlilik, çıkarılan KHK ile yeni bir faza geçti. Hatta öyle ki, öğrenciler bir forumda seçimleri ortadan kaldıran düzenlemenin yarattığı rahatsızlık sebebiyle “Bu şartlarda Gülay Hoca atanırsa kabul edecek miyiz?” sorusunu soruyordu. Daha büyük ve geniş bir itiraz doğuran yeni KHK gündemi çok geçmeden Mehmed Özkan’ın atanması ile “kayyım” gündemine evirildi. Mevzubahis süreç, üniversite içerisinde gerçekleşen protesto-tartışma gündemi, ekim ortasından aralık ortasına değin sürmüştü. Şimdi gördüğümüz kalabalığa ve itiraz hacmine ulaşmamış olsa da ciddi bir ses uzun bir süre yükselmişti. 

Ve evet, “o zaman bu kadar itiraz olmamıştı”. Özkan’ın ataması yalnızca öğrenciler tarafından tam anlamıyla “kayyım” olarak nitelendirildi. Öğrenciler Özkan’a atandığı 13 Kasım akşamı sırtını döndü ve her fırsatta, her yüzleşmede yine sırtını döndü. Öğrencilerin o günden bugüne yukarıdan atanan rektör için tutumu farklı olmadı aslında. Ancak akademik kadro, Özkan’ı kayyım olarak nitelendirmeyi kabul etmedi. Daha dürüst olmak gerekirse, reddetti. Sebebine gelelim. Halihazırda KHK ile seçimleri kaldıran siyasi otorite, şimdi ulaştığı üstenci tavrı geliştirmek için belki de sabır gösterip üniversitenin tercihine küçük bir irade alanı tanımıştı. Açık seçimler kalkmış, yerine kapalı bir istişare yöntemi gelmişti. Her zaman olduğu gibi, içinden geçilen o zor günlerde, “Madem öyle, en azından Mehmed olsun.” denmiş, bu öneriyi kabul eden siyasi otorite Gülay Barbarosoğlu döneminde rektör yardımcısı Özkan’ı rektör olarak atamıştı. (Özkan’ın kardeşinin aynı dönemde AKP’den milletvekilliği görevini yapması ayrıca da tartışmalara sebep olmuştu.) İleriki günlerinde Özkan durumu, YÖK başkanın “istersek Çemişgezek Üniversitesi Rektörünü de atayabilirdik.” beyanını ileterek açıklığa kavuşturmak istemişti.

Akademik kadro yeni rektör ataması düzenlemesinden belki en az öğrenciler kadar rahatsız olsa da kendilerine tanınan küçük irade/istişare alanında atama öncesinde ve sonrasında “madem öyle, en azından Mehmed olsun” fikrine ikna olmuş ve kurum korunmaya çalışılmıştı. O günlerde KHK’lar aracılığıyla akademik kadrolarda büyük bir kıyım olurken, Boğaziçi’nde bu sürecin yaşanmasının bu “koruma” fikriyle paralel olduğunu hatırlatmakta fayda var. Barış için Akademisyenlerin metnine imza atmış olan Boğaziçili akademisyenlerin rektörlük tarafından listelenerek fişlenmeyeceği, Mehmed Özkan’ın verdiği sözlerden bir diğeri olarak hatırlanmalı ve altı çizilmelidir.  Ve bugünlere geldiğimizde, öğrenci-hoca temaslarının o döneme göre daha fazla yaşandığı bu zamanda akademisyenler, 2016 yılı şartlarını satır aralarında da olsa “O zaman OHAL vardı, anayasa bile yoktu aslında.” şeklinde açıklık getirmeye gayret ediyor.

Netice itibariyle bu iradeyi gösteren özne Özkan’a o zaman ve sonrasında sırtını dönmedi. İradesini gösterebilenler ile gösteremeyenler arasında bir tavır boşluğu oluştu. Kurum hafızası çok daha kısa ancak (ve belki de bu yüzden) cüretkârlığı yüksek olan öğrenciler, köprüyü atmak istiyor ve de bir sonraki atamanın Özkan olmayabileceğini o günden işaret ediyordu. Öte yandan çok daha uzun zamanını kurumda geçirmiş kadro ise hızlı ve sert adımlardan kaçınırken öğrencilere bulunan -inşallah geçici olacak- çözümün makullüğünü kabul etmedikleri için onlara “Uzayda mı yaşıyorsunuz?” diye soruyordu. Melih Bulu’nun atanmasıyla başlayan eylem günlerinde öğrenciler tarafından öne çıkarılan “Hocalar nerede?” sorusunun bir miktar ısrarcı ve agresif olarak duyulmasının temeli bu iki paydaş arasında 2016’da oluşan irade boşluğuna dayanır. Buradaki irade boşluğu, üniversite içinde akademisyen öğrenci ilişkilenmesi altında bir fay hattı doğurdu. Gerginliğin, sıkışmanın arttığı günlerde/gündemlerde bu ilişkinin sarsılıyor olması buna bağlanabilir. (tabii, paydaşların her birini kendi  içerisinde homojen bir fikirde ve/veya pozisyonda olmadığını ancak burada Boğaziçi komünitesinin genel anlamda neyi tecrübe ettiğini ve de bugün neyi hatırladığını vurguluyoruz.) 

Yok sayılan evrimler 

Üçüncü boşluk dışarısı ve içerisi arasında değil, ya da öğrenci akademisyen ilişkisi arasında değil bütünüyle öğrenciler arası ilişkilenmenin içerisinde bulunuyor. “Gezi”den sonra Boğaziçi üniversitesi içerisinde ortak politik iletişim kurma ve pratik üretme platformu “Boğaziçi Forum” olmuştu (ayrıca bknz.). Gezi protestolarının ardından 2016’da yaşanan rektör atama krizine kadar geçen süreçte forum, ülke çapında pek çok farklı ortamın da yaşadığı “geri çekilmeyi” tecrübe etti. 2013 haziranında sokakları dolduran insanların çoğu 2015 yılına geldiğinde süreğen bir hareketliliği değil, pasif bir takibi tercih etmişti. Hareketlilik devam etse de aktörler, katılımcılar bu eylemliliğe her zaman gönüllü olan kimseler, pek çoğu politik angajmanı yüksek olanlar idi. Bu geçiş, Boğaziçi Forumu’nu da bir evrime götürdü. Farklı paydaşların bulunduğu, katılımın yüksek olduğu toplantılar, sıklığını yitirmese de zamanla katılımcı profili ve sayısı daralmaya başladı, aktif kalan katılımcıları bahsettiğimiz gibi hareketliliğe her zaman gönüllü olan politik angajmanı yüksek öğrencilerdi. Forumun güncellenen yeni kurgusu, okul ve ülke gündeminde sık sık gerçekleşmekte olan vehametlere aktif olarak ses çıkarmakta, protestolar esnasında katılımlar bazen eskisi gibi devam etse dahi, emek ve karar süreçleri eskisine oranla, aktif olmayı sürdüren dar bir grupla ilerliyordu. Eylemliliği ve forumu canlı tutan bu grup bir anlamda gösterilen eylemlilikte, geri çekilmiş olan insanların iradesine vekalet etmişti. Bu durum zamanla kaçınılmaz olarak, “hak edilmiş” bir doğal liderlik pozisyonu yaratmış oldu. 2016 yılının sonbaharına gelindiğinde gösterilen eylemliliklerin karar vericisi aktif grup için az çok belliydi. Ancak forum tertibini kabul edip onun üzerinden iletişimini ve eylemliliğini sağlayan bir düzlemde türemiş olan bu doğal liderliğin kuralları, bunu kazananlara karşı kaçınılmaz olarak epey bencildi. Uzun bir emek süreci ile kazanılan “karar verici” pozisyonu, foruma bu grubun vekalet ettiği kalabalık asli olarak geldiğinde zorunlu olarak kaybolması gerekiyordu. Ancak bu olgu o sıralarda okunamamıştı ve bir gerilim kaynağı olarak tecrübe edildi. 2016 yılında rektör ataması başlıklı protestolar, üniversite içerisinde yüksek seviyede teyakkuz ve hareketlilik yarattı. Bu hâl elbette, forumların son zamanlarının aksine katılımcı sayısı ve profili olarak çok daha geniş bir yelpaze ile gerçekleşmesine sebep vermişti. Karar verici olmayı kanıksamış bu grubun bir kısmı, vekalet ettiği üniversite içi aktörler tekrar görünür olduğunda, daha doğrusu asil olarak herkes geldiğinde, liderlik pozisyonunun zorunlu olarak kaybolduğunu kabul etmedi. Forumlar asli olarak gelmiş herkesin kararlarını aldığı bir yöne doğru evrildi. Tabii bu durum, alınan her karar ile hemfikir olmayan, kendisini hala iradeye tümüyle vekalet ettiğini varsayan aktif aktörler için büyük bir yanlışlıktı, yanlışlıklar gerginlik yaratıyor ama yaşanan gerginlikler kişisel sanılıyordu. Nihayet, farklı yaklaşımlara ve motivasyonlara sahip olunsa da 2016 aralığında Boğaziçi üniversitesi büyük bir katılım ile bileşenler toplantısı yaptı.

Bileşenler toplantısının suçu

Katılımın ve katılımcı profil çeşitliliğinin en yüksek mertebeye ulaştığı farklı fikirlerdeki, öğrenci, akademisyen, mezun ve çalışanı buluşturan toplantı, gerçekten de herkesin asli olarak iradesini müşterek zemine sunduğu bir alan oluşturmayı ve bunu aktif tutmayı vaat ediyordu. Ancak tek bir buluşmadan öteye gidemedi. Zamanlama açısından araya vakit girmişti. Daha önemlisi, tekrar bunu büyütmeye aday olacak fedakar “doğal liderler” ise bu düzlemde yer almamayı tercih etti. Ancak uzun süren emekler sonrası karar verici pozisyonu kazanan aktörler, yalnızca numunelik toplantısı ile geride bırakılan bileşenler toplantısı düzleminden değil, okulun temel politik diyalog ve hareketliliğini sağladığı forumdan da çok geçmeden çekilmeyi seçti. Kendilerinin süreğen, gönülden sunduğu emek ile ayakta kalmayı başaran forum bu grubun çekilmesiyle önce bir ilan panosuna dönüştü, sonra da derin bir sessizliğe büründü, pasifize oldu. 

Sonuç itibariyle üniversite içerisinde gerçekleşen politik hareketlilik genel anlamıyla her gün iktidarın yarattığı bir başka politik kıyıma tepki vermekten öteye geçmiyor, ve ne yapılacağı müşterek bir iletişim kanal aracılığı ile değil, politik arkadaş gruplarıyla belirlenmiş oluyordu. Tepkisel toplanmalarda katılıcımlar arasında iletişim eskisi gibi eşit ve şeffaf/açık bir düzlemden ziyade, erken irade gösteren ve davranan lider işlevli aktörlerin grubun kalanına “seslenme araçları”na sahip çıkmasıyla gerçekleşiyordu. Basitçe, forum düzleminden, kitle-megafon düzlemine geçildi. Bu sürdürülemez ilişki biçimi ilerleyen süreçte “aktifler” hariç herkesin kamusal alandan çekilmesine katkıda bulundu desek, hata etmiş olmayız.

Üniversitede kamuoyunu oluşturmanın başlıca araçlarından biri olan forumun terk edilmesi, askıya alınmasıyla aslında üniversite içi kamuoyunun kendisi de askıya alınmıştı. Ancak bu boşluk, aktif, emekçi, “lider” aktörler tarafından görülmedi ve lokum hadisesi yaşanmış oldu. Öğrencilerin okul içerisindeki hareket kabiliyeti yakın tarihte en alt seviyesini o günlerde görmüş oldu. Lokum hadisesinin ele alınışını bir diğer yazıdan okuyabilirsiniz. 

Peki buradan nasıl geri dönüldü? Yaşanılan şiddetin ardından tekrar forum düzleminde bir araya gelen öğrenciler öncelikle kampüste bir takım sembolik pasif direnişlerle (kampüsleri renkli kurdelalar ile donatmak gibi)  içeride anonim ve geçici bir süreliğine  görünmez olmayı tercih eden, ancak güçlü bir kimlikle polis ve iktidarın karşısına çıktı. Ağır aksak işleyen forum pratiği, başka bir  arkadaş grubunun “meşgulüz” alanını başlatmasına, ve bu pratik kampüs alanını tekrar öğrenciye “serbest” olarak sunulmasına açmasına yol açtı. Meşgulüz alanında öğrenciler güney çimlerin belli bir noktasında her gün öğle-akşamüstü arası buluşuyor, bazen kitap okuyor, bazen piknik yapıyor, kimi zaman da açık ders düzenliyordu. Meşgulüz, kelimesinin “ş”, “g” ve “l” harfleri farklı yazılıyor, aslında bunun bir işgal/nöbet eylemi olduğu da işaret ediliyordu. Bu sefer kimlikler görünür olmayı tercih etti, ancak polisin müdahale edebileceği bir dil sınırından uzak olan eylemlilik kurgusu dokunulmazlığı sağladı. Bu sayede öğrenciler içeride tekrar görünür ve dokunulmaz hallerine kavuşabildi. Üniversite içerisinde öğrencilerin kıymetli bir geleneği olan Emek Haftası etkinliği, bu şartlarda kuzeyden güneye taşınmış, “meşgulüz” alanının kurduğu dokunulmazlığa sığınmıştı. Geçtiğimiz günlerde gördüğümüz “Yuh” klibinin aynı alanda gerçekleşmesi ve insanların “meşgulüz alanına geçiyoruz” çağrısının, üniversite içine gerçekleşen polis müdahalesinden sonra “kurdelaların” geri dönmesinin tesadüf olmadığını vurgulamak gerekiyor.

Bütün bunları neden anlatıyoruz?

Protestoların birinci gününde yaşananların bir kısmı, bu yukarıda anlatılan boşluğa dair körlüğün devamı niteliğinde gerçekleşti. Herkesin asli olarak bulunduğu ve iradeyi müşterek olarak kurup yaşattığı protesto, ilk saatlerinde 2016’dan beri Boğaziçi’nde görülen en sabırlı polis tutumu ile karşılaştı. Öte yandan, protestonun güzelliğiyle de ülkenin geniş kesimlerinin yüzünü gösteren bir birlikteliğe tanık olduk. Ancak ilerleyen saatlerde öğrenci grubu, hiç farkında olmadıkları eski bir fay hattının kıpırdamasıyla farklı bir tabloyla karşılaşmak durumunda kaldı. Polisle karşı karşıya gelindiğinde, kendisinde “doğal liderliği” gören, politik angajmanı yüksek, aktif grup, topluluğun değil kendi sözleriyle ve tercihleriyle -iradesiyle- hareket etti. Neticede hepimizin bildiği görüntüler vuku buldu, ve bu eski fayın varlığından bihaber öğrenciler arasında bu durumun gerekliliği tartışmaya açıldı. Elbette ortaya konan fikirler bir yelpaze gibi geniş bir aralıkta idi. Neyse ki, iradenin sınırları ve ortaklığı hızlıca tekrar belirlendi. Asli olarak bulunan kalabalık, karar alıcı özne pozisyonu ile direnişin  ilerleyen günlerini farklı bir hatta sürdürebildi.

Tabi bu, son paragraf haricindeki aynı akış, öğrencilerin bugünlerde sık sık sorduğu “kayyım rektör” meselesinde 2016’dan bu yana neden pek bir adım atılmadı sorusunun açısından da okunabilir.

Ya şimdi boşluk kalmadı mı?

Rektörlük gündemine dair içerisinin beyanı ve dışarısının anladığı arasındaki boşluk iki boyuta bölünmek durumunda kaldı, ve akıbeti iki farklı boyutta farklı çizgide ilerliyor. Birinci boyutta aslında herkes Boğaziçi’nin ne istediğini anladı. Talepler ısrarla berrak bir şekilde dile getirildi. Bugün hâlâ söylenen söz diğer üniversitelerin hocaları tarafından sırayla yineleniyor. Herkes anladı çünkü, atamanın hemen ertesinde, direnişin daha ilk gününde Alparslan Kuytul’dan, Nihal Bengisu Karaca’ya fazlasıyla geniş profilde, kendisine konuşma yetkisi gören insanlar tarafından atama değil seçim olması gerektiği basit bir dille ifade edildi.  Bir miktar yüzeysellik olsa da, işin özü yakalandı diyebiliriz.

Öte yandan, ikinci boyutta ise tartışma farklı bir boyuta çekildi ve dışarıdan yepyeni bir boşluk yaratma çabasına girişildi. Başlı başına uzunca değerlendirebilecek bu boyutun özetini “Boğaziçi’nde yapılanmış ayrıcalıklı oligarşi” anahtar kelimeleri ile ortaya koymak mümkün. Bu boyutta ilk günlerde zayıfça ve etkisiz dokunuşlar gerçekleşti. Meşhur elit tartışması gibi. Israrla üstelenmese de, ara ara muhaliflik bayrağı hattında ilerleyen protestolara paralel bir şekilde üreyen komplovari hikayeler ile akademisyenler dahi açıkça hedef gösterildi. Bu hikayeler genel anlamda hayal ürünü olsa da, yaratılmaya uğraşılan boşluk tesadüfi olmasa gerek.

İkincil olarak, akademisyenler ve öğrenciler arasındaki diyalog eskisine oranla parçalı da olsa artmış durumda, ancak ister istemez, zaman zaman bir ebeveyn-evlat ilişkisini taklit ediyor. Yine de, fay hattının onarılması için belki de hızlıca aşılabilecek olan 2016 yılından kalma yükün taşındığı bagajın açılımı henüz tam anlamıyla yapılabilmiş değil. Buna rağmen, her bileşenin etki yeteneğinin ve kapasitesinin farklı olduğu olgusu yavaş yavaş üniversite kamuoyu tarafından idrak ediliyor diyebiliriz. Bu idrak imkanı boşluğun kapanması, onarımı için umut vaat edebilir. Ancak buradaki temasın hızından ziyade kesintisiz olması meselesi daha fazla hassasiyet taşıyor. İçinde bulunduğumuz durumda, boşlukların hızla kapatılmasından daha iyileştirici olacak tavır, bu boşlukların tanınması ve dikkate alınması olacak.

Son olarak, öğrenciler arasındaki boşlukların ahvaline ve muhtemel yeni boşluklara/sorunlara işaret etmekte fayda var. Direniş teması, amacı ve taleplere dair ilk günlerden bu yana berrak bir ortaklaşma görünüyor. Oldukça uzun süren ve bir şekilde güçlü kalabilen bu eylemliliğin en büyük dayanaklarından birinin bu ortaklaşma olduğunu ifade etmek pek de yanlış olmayabilir. Yine de, herkesi birbirine temas ettirebilen bu ortaklaşma, öğrenciler içerisinde bütünsel, boşluksuz birliktelik yaratmış değil. Tersine, fikirsel, dilsel, bazen de tavır olarak farklı irade gösteren öğrenciler, söz üreten birden fazla inisiyatif grubu oluşturdular. Birbirinin ayağına basmadan, ortaklaşılmış zemine hizmet eder halde olmaya gayret ediliyor. Bu durum şimdiye dek gayet yararlı oldu ve bir başarıdan bahsedilebilecek ise bu nokta, önemli bir ayrıntı olmalı. Üstelik bu durum, 2016 yılında Mehmed Özkan’a karşı yapılan eylemlerde öğrencilerin yaratamadığı bir imkandı. Ve o imkansızlık, birinci kayyım protestolarını genel anlamıyla “konteynır”a hapsetmişti. (2016 yılındaki protestoların ciddi bir kısmı, kuzey kampüste bulunan, konteynır olarak adlandırılan dar bir alanda yapılmıştı.) Yine de, madem ki boşluklardan bahsediyoruz, bu zeminde var olan, belki de kalıcı olabilecek boşluklardan ve adayların üzerine hafifçe dokunabiliriz. Öğrencilerin bugünlerde farklı inisiyatif gruplarından ürettiği hareketlilik/eylemler bazı durumlarda var olandan çok daha fazla temas ve bütünsellik gerektirebiliyor. Örneğin anlık gelişen, yahut anlık olmasa dahi önem seviyesi çok yüksek, yani ses getirme ihtimali yüksek bir durumda yapılan hamlenin kararını kimin aldığı, kararı alanın ya da hareket edenin bütünü ne ölçüde temsil ettiği soruları kaçınılmaz olarak öne çıkıyor. Ve bu soru-cevap ilişkisi gidişata göre yakıcı, belki de kırıcı bir sorgulama sürecine ilerleyebiliyor. Bu noktada ortaya çıkan tablo, “birisinin boşluğuna” denk geldiğinde direnişin kendisine dahi zarar verme olasılığını taşıyabiliyor.

Bir diğer boşluk, inisiyatif gruplarının şöhret sıralaması ve bu şöhretin sahiplenilmesi ile oluşmuş durumda. Haftalardır süren direnişin neticesinde birçok öğrenci oluşumu, protestolara dair sundukları içerikler ile kamuoyunda ciddi bir karşılık yakalamış durumda. Öncelikle protestolara dair aktarım aracı olarak kullanılan sosyal medya hesapları, ister istemez hızla birer propaganda aracına dönüşüverdi. Ancak bu noktada genel olarak politik zeminde yapılan propaganda, zamanla ahlâki çizgiye de kayıyor. Bazı zamanlarda, yalnızca kendi ahlâkına uygun içerik üretebilen dil, bununla çakışan diğer içeriklere yönelik çeki-düzen verme seslenmelerine dahi ulaştı. Aslında bir nevi 2016 sürecinde yaşanan kitle-megafon düzlemi yeniden doğmuş oldu. Bu, tekrarlandıkça teması kıran, boşlukları arttıran, uçumları büyütebilen bir düzlem.

Son iki boşluk aslında var olan üçüncüsünü şekillendiriyor. Onu da bütünsel bir karar alma, diyalog kurma mercii, düzlemi olarak adlandırabilir. Öğrencilerin politik profilinin oldukça geniş olduğu aşikâr. Bu üretim ve tavır çeşitliliğinin kırıcı çatışmalara sebebiyet vermemesi adına, tıpkı kurulmuş, amaç-talep birliği gibi bir diyalog ve karar alma ortaklığının sağlanması gerekmekte. Bu ortaklığı, tekil, boşluksuz, katı bir bütünsellik olarak düşünmemek gerekir. Ancak, dil ve tavır olarak sınırların çekilmesi, yani alan-dışı boşluklara yönelime karşı direnişi bir arada tutma işlevini yerine getirebilir. Ve de, buna dair hiç adım atılmadığını söylemek hata olur. Direnişin ilk haftalarında dile getirilen “bileşenler meclisi” kurma talebi/girişimi piştiği ölçüde bu işlevi yerine getirmeye aday olabilir. Hatta bunu yalnızca öğrenciler meclisi olarak düşünmek dahi mümkün. Yine de, böylesi bir oluşum verilmesi gereken en büyük emeğe, kurulması gereken en sıkı ortaklaşmaya ve gösterilmesi gereken en büyük sabra ihtiyaç duyuyor. Bu düzlemi hazırlamak için içeriğe, pişme süresine ve pişme ısısına birlikte karar vermek farzdır.  Günah işlendiğinde ya yemek kötü oluyor, ya da yanıyor. Tıpkı ilk iki meclis/pişirme girişiminin hızla çöpe gittiği gibi.

Yorum bırakın

Information

This entry was posted on Şubat 19, 2021 by in Tarih.